Anlatırken de hem Batıya ayak uydurmaya çalışan hem geleneklerinden kopmamak için çaba sarf eden, hem de savaşan Osmanlının, geçmişindeki parlak günlerini çoktan yitirmiş olan bir imparatorluğun, görkemini hâlâ koruyan sarayındaki yaşamı gözler önüne seriyor.
Gül İrepoğlu sanat tarihi profesörü oluşunun getirdiği uzmanlıkla, özellikle saray ve harem tasvirlerini öylesine canlı yapıyor ki adeta bir belgesel niteliğinde.
Yazar İrepoğlunun, bir cariye tarafından sultana yazılan gerçek aşk mektuplarından hareketle kaleme aldığı romanı, üç anlatıcının ağzından fragmanlar şeklinde akıyor: Sultan Abdülhamid, Cariye Aşkıdil ve Haremağası Cafer.
Cariye yalnızca bir kez hükümdarın yatağını paylaşma şansını bulmuş ve sultana âşık olmuştur, ancak bir daha davet edilmeyerek, iltifat görmeyecektir.
O da duygularını; aşkını, coşkusunu, acısını, öfkesini mektuplara dökecektir, bir de elleriyle yaptığı kâğıttan bahçelere.
Gül İrepoğlunun bu tutkulu aşkı her ne kadar haremde geçiyorsa da benzer şeyler günümüzde de yaşanıyor.
Romanı okurken zamanın ve mekânın çok da önemli olmadığını hissediyorsunuz bu aşkta.
Tıpkı yıllar sonra, sultan ölmek üzere yenik bir hükümdar olarak Aşkıdilin tekrar karşısına çıktığında, cariyenin yıllarca padişaha değil kendi yarattığı imgeye âşık olduğunu fark etmesi gibi.